Kaynağını yaşamdan ve doğadan almayan hiçbir şey yoktur; ne bilim ne de sanat… Yaşamımızda ne varsa sanata da girmiştir. Özellikle de çağımızda…
Endüstrileşmeyle birlikte gelen kalıp ürünü tüketim nesneleri günlük yaşamımıza iyice yerleşmiş ve “fetiş kültürü” diyebileceğimiz bir yaşam biçimi, insanlığı iyice sarıp sarmalamıştır. Öyle ki, insan neredeyse doğadan koparak, yapay bir nesneler evreninin içinde, aslına yabancılaşıp, kendisi de yapaylaşmaya başlamıştır. Bu nedenledir ki, 19. yy`dan beri, insanlığın en önemli sorununun “insan-teknoloji karşıtlığı”nın dengelenmesi sorunu olduğu söylenmektedir.
Endüstri ürünleri, o denli yaşamımıza girmiş, doğa nesneleriyle yer değiştirmiştir ki, tüketim toplumlarında, sütün de “Coca Cola” gibi üretildiğini sanan çocukların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Ya da balığı, sadece konserve kutularından çıkan dilim halinde tanıdığı için, eşkenar dörtgen biçiminde çizen çocuklara rastlanabilmektedir.
Yaşamımıza bu denli sızmış olan endüstri ürünü nesnelerin sanata da girmemesi olası mı? Hem o denli girmiş ki, insanı kovmuş bile. Bu nedenledir ki, modernizmi “sanatın insansızlaştırılması” diye tanımlayanlar bile vardır.
Picasso`nun, “sanatta soylu soysuz gereç yoktur” düşüncesi, gazete parçalarının resimlerinde kullanmasına neden olmuştur. Böylece, gazete ya da naylon parçası, artık, nesne olmaktan çıkmış, yeni bir anlam kazanarak -“mecazî” bir anlam yüklenerek-plastik dil ögesi olmuştur sanatın elinde.
Bir anlamda sanatçı, “mecaz” yaratan insandır. Baktığımız halde göremediğimizi gösterendir yani. Sürekli, çevremizde sürünüp duran basit nesnelerin sanat kılıcında karşımıza çıkması; örneğin, resimde figür ya da doğa görüntüsü arayanları şaşırtabilmektedir.
Gerçekte, sanatın nesnesi ne olursa olsun, önemli olan onların bir araya getirilişindeki etkidir. Onları kimin bir araya getirdiğidir. Yani sanatçısının yarattığı etkidir. Nasıl ki, kafiye dizmek şiir yazmak demek değilse, ya da her kafiye dizen şair değilse, her resim yapan da sanatçı değildir.
Sanatsal çizgisini baştan beri bildiğim Nur Gökbulut, gerek Ankara gerekse İstanbul`daki sanatsal etkinliklere katılarak, ilgi çekmiş ve kendini kabul ettirmiş bir sanatçıdır. Bu “kabul ettirmiş”liğin altında, toplumumuzun genel geçerli beğeni düzeyine koşut ürünler vererek “popülist” bir ucuzluğa itibar etmeden -tam tersine- toplum katında pekte sevimli bulunamayacak atık gereçleri kullanarak, zor bir yolu seçmiştir.
Atık gereçlerin 1910`lardan beri, kimi kez kolaj, “rady-made” ya da “arte powore” anlayışında sanat sahnesine çıktığını biliyoruz. Nur Gökbulut bu gereçleri, sanatın geleneksel sunuş biçimleriyle kullanarak izleyicinin karşısına çıkmaktadır. Yeni gereçleri geleneksel biçimlerle sunmanın tehlikeleri bilinmektedir: Eğer sanatın öz-biçim-gereç ve teknik ilişkilerini bir dengede birleştiremezseniz -ki, dengesizliği de bir” dengede birleştirebilmektir sanat- yapılan çalışma kendini kolay kolay kabul ettiremez. Bu noktada, sanatçının plastik deneyimi ve estetik bilgi birikimi önem kazanır. Nur Gökbulut, eğer geleneksel sunuş biçimleriyle, yeni gereçleri sanatına bir anlatım dili olarak katabiliyor ve kendini kabul ettirebilyorsa,-ki, eski sazla yeni türkü çalıp söyleyebilmektedir- bunu, geçmişte aldığı titiz bir gözlem ve disiplinli bir araştırmaya dayanan köklü eğitimine borçludur.
Nur Gökbulut`un çalışmaları, içinde yaşadığımız teknoloji çağının yarattığı tüketim toplumu karakteriyle tıpatıp örtüşen nesneler dünyasının, plastik dilde anlamını bulan topografyalarıdır. Günümüzde atık gereçlerle kolaj türü düzenleme çalışmaları yapan birçok sanatçı tanıyoruz. Ama bunların çoğunun, inandırıcılıktan, özgünlükten, içtenlikten uzak olduğunu söyleyebiliriz. Hatta, kimin tarafından yapıldığı bile ayırdedilemeyecek denli “anonim” işlere rastlanmaktadır. Üstelik ciddi olduğu savında olan organizasyonlarda…
Sıradanlaşmadan, anonimi eşmeden orta malı gereçlere, özgünlüğün damgasını vurabilmek, hatırı sayılır bir birikim, belli bir dünya görüşü ve soyutlayıcı bir zeka işidir. Kandinsky, yaratıcı zekayı, soyutlanan zeka olarak niteler.
Ne denli çağdaş görünümde olursa olsun, sağlam ve disiplinli bir etüde dayanmayan, iskeletsiz çabalarla, gerçek anlamda yaratıcılık olanaksızdır. Aksi, kolaycılığa sığınarak avunmaktan öteye bir anlam taşımaz. Nur Gökbulut`un mısır koçanlarını, bitkileri konu alan, kılı kırk yaran ilk etüt!erini anımsıyorum.
Alman ressam Horst Janssen “ancak bilen görebilir”der. Bilmek için de, araştırmak, ayrıştırmak, birleştirebilmek gerekir. Tanımadığımız bir şeyle baş edemeyiz. Nesnenin doğasını tanımadan ona yön verebilmek olası mıdır?
Yaratıcı süreç içerisinde, kendiliğindenliğin ne olduğunu, yaşayanlar (sanatçılar) bilirler. Zengin bir deneyimden kaynaklanan sezgi, resimde “plastik keşfediş” demektir. Nesnenin doğasını bilerek ona biçim verebilmek yaratıcı tavrın gereğidir. Bu tavır, yerinde susmasını ya da konuşmasını bilmek gibidir. Sanatçının kompozisyonlarında karşımıza çıkan boş karelerin yarattığı şaşırtıcı etki, susmanın şiirselleştiği anlardır resimde. Boşlukların oluşturduğu gerilim etkisi, resimlere, mekan içerisinde, uzaklık-yakınlık farkı çağrıştıran bir “plastitite” kazandırmaktadır.
Sanatçının özgünlüğü, kendi öznel, evrenini tanıması demektir. Bu da ancak hiçbir etki altında kalmadan, iyi işleyen özgür bir beyin gerektirir ve araştırma sonucu, nesnel evreni iyi tanımakla olasıdır. Nur Gökbulut`un kendini tanıyan bir sanatçı olduğunu yapıtları açıklıyor.
Prof. Zafer Gençaydın